11 Haziran 2008 Çarşamba

Milli Rüya


Euro 2008 finallerine sayılı gün kalmış ve milli takım gündemi işgal eder olmuş. Reklamlar bile milli takım temalı artık. 70 milyon tek yürek diye yatıp kalkıyoruz artık. Geçtiğimiz haftalarda bir gün yine ‘70 milyon tek yürek’ diyerek yatmış olmalıyım ki rüyamda kendimi milli maç izlerken buldum. Hoşuma gitmiş olmalı ki, izlemekle yetinmedim, sahaya da indim.

Rüyamda Şükrü Saracoğlu Stadı’nda, Telsim Üst tribündeyim. Milli takım kırmızı formasıyla sahada. Rakibi tam kestiremiyorum. Beyaz formalı ama bizden bir derece daha iyi bir ülke. Tribünlerde bir coşku, bir curcuna. Maçın ilk bölümlerinde 1 gol yiyoruz. Golü atan da rakibin sarı formalı kalecisi. Muhtemelen ‘adamlar komple takım’ diyoruz birbirimize. Türkiye adına işler iyi gitmiyor ve 25. dakikada ilk oyuncu değişikliği geliyor. Çıkan oyuncu Hakan Balta. Yerine kim girecek sorularını cevapsız bırakmıyor Fatih Hoca, tribünden beni çağırıyor. Bendeniz ince bir şaşkınlık ve heyecanla sahaya iniyorum üstümde kırmızı formalarla. Dar pantolon ve gömleği ne arada çıkardığımı anlayamadan sol bek mevkisinde yerimi alıyorum. Bu andan itibaren kafamda ince hesaplar yer ediyor. Gözümle kendi oyun alanımı sınırlandırıyor ve ekliyorum: “Oğlum Sencer, bu mahalle maçı değil. Kafan estiğinde ileri çıkmayacaksın. Acemiliğini belli etme.” Bu esnada maç devam ediyor. Tabi çevremde oynayanları gördükçe kafamdaki tilkilerin sayısı artıyor. Saha içine girince tribünden saha büyük ve görüş açısı daha sınırlı. Millet birbirine uzun paslar attıkça beni bir korku sarıyor. Uzun mesafeli bir top gelirse ne yapacağımı düşünüyorum. Topu kontrol edemediğim an bittiğim an olur diye düşünüyorum. Tribünler bir yandan kameralar bir yandan. Dua ediyorum uzaktan bana pas atmasınlar diye. İyi oynama niyetinde değilim çünkü. Kendi adıma hatasız bitsin maç gerisi mühim değil. O an takımın başarısını düşünecek halde de değilim. İlerleyen dakikalarda gerçekleşebilecek pozisyonlar için kafamda planlar yapıyorum. Müsait durumda yerden gelen topları Maldonado gibi en yakınımdakine veririm isabetli pas adı altında. Bu da benim stilim sonuçta, basit oynamayı seviyorum. ‘Allah beni biriyle hava topuna çıkmak zorunda bırakmasın” diye de duamı esirgemiyorum.

Ben bu hesapları yaparken bir bakıyorum maçın ilk yarısını bitirmiş, ikinci yarının ortalarına gelmişiz. Dakika 65 derken ikinci golü yediğimizi anımsıyorum. İlki gibi bu da tırt bir gol. Frikikten boş kaleye atıyorlar ama anlamadım. Bu esnada bizden bir kişi de kırmızı kart görüyor. Takım artık 10 kişi ve oyunculara daha çok iş düşüyor. Başka bir tabirle her oyuncu 2 kişilik oynamak zorunda artık. Umarım spiker bunu televizyonda söylemiyordur diyorum. Golden hemen sonra maçın İsviçreli hakemi Massimo Busacca sakatlanıyor. (Hakemin Massimo Busacca olmasının Massimo arkadaşımla bir ilgisi yoktur diye zannediyorum) Hakem yerini 4. hakeme bırakıp tünele doğru sekerek ilerliyor. Sol çizgiye yakın oynayan(!) ben dolayısıyla hakeme de yakınım. Sakatlanan Busacca’nın koluna girip kendisine hakem odasına kadar eşlik etmeyi öneriyorum. Fenerbahçe’nin 100. yıl kutlamaları münasebetiyle stada geçirdiğim günlerden kalma soyunma odası koridorları geliyor gözümün önüne. Hakem odasını da hatırlıyorum ve bunu Busacca’ya ‘Hakem odası bu tarafta’ şeklinde bir artizlikle belirtiyorum. Maç devam ediyor tabi. Koridorla ilerlerken hakemle muhabbet etmeye başlıyoruz. Kendisi iyiye yakın bir derecede Türkçe konuşmaya başlıyor. Dayanamayıp soruyorum ne iş diye. ‘İnsanlar pek bilmez ama ben aslında Kıbrıs Türküyüm’ diye açıklıyor durumu. Tabi o kafayla bizim oyuncuyu niye attığının hesabını soramıyorum, gerçi pozisyonu da pek hatırlamıyorum. Sonra kendisinden maç yorumu alıyorum. Tek santrafor oynayan Semih’le ilgili bir yorum yapıyor: ‘Bunları sana söylediğimi kimseye söyleme ama Fatih Terim Semih’i ilk dakikadan tek santrafor oynatmakla hata yaptı. Kanatlardan gelen toplarda adam içerde eziliyor, göbekten de kendisiyle Alex gibi verkaçlara giren adamlar yok sizin takımda. Yalnız kalıyor ve yoruluyor.” şeklinde bir yorum geldi. Helal olsun hoca da maçı izliyomuş inceden inceye diye düşünürken birden aklıma maç geliyor. Sahada olmadığımı anlamışlarsa oyarlar beni diyorum. Zaten 10 kişiyiz. Hızlı adımlarla sahaya doğru yürüyorum, ‘inşallah yerime başkasını almamışlardır’ diyerek. Sahaya adımımı attığımda ışıkların kısmen söndüğünü ve tribünlerin büyük ölçüde boşaldığını görüyorum. Soruyorum, maç bitmiş ve 2–1 yenilmişiz. Sonra soyunma odası falan yok. Kendimi dar pantolon ve gömleğimle dışarıda buluyorum.

Stad dışında tanıdık birilerini görüyorum. Maçı seyrettin mi diyorlar, oynadım diyorum. Ama stad dışında kimse beni tanımıyor… Uzun soluklu rüyamın sonlarına gelirken aklıma bir fikir geliyor. Bugüne bugün A Milli Futbol Takımı’nda oynamış adamım diyorum. Fenerbahçe’ye gitsem ve yedekliği sorun etmeden aylığı 5000 ytl’den beni alın desem. “Hem 5000 ytl kulüp için para değil, hem Can Arat da bu şekilde oynamıyor mu?” diyorum kendime. Bunun rahatlığıyla devam eden uykumdan odamın camına vuran Mayıs güneşinin etkisiyle uyanıyorum. Meğerse Marmara Üniversitesi, Metal Öğretmenliği’nde okumaya devam ediyormuşum.

Hiç yorum yok: