10 Mart 2015 Salı

Önce krampon, sonra performans


Her çocuk gibi sokaklarda başlayan futbol maceramız, bazı çocukların yaptığı gibi benim de toprak sahada devam etmişti. Sonrası okul, iş, hayat mücadelesi derken senede bir kaça düşen halı saha ziyaretleri. Durum böyle olunca kopuyorsunuz o çok sevdiğimiz, izlemekten keyif aldığımız hatta artık işimizin bir parçası olan futboldan. Futbola meraktan öte bağlı olan ve bunu artık kendine iş yapan arkadaşlar topluluğu olarak 1 günde karar alındı, Son Baskı FK kuruldu. Son birkaç yıldır bu tip oluşumlar artıyor. Halı saha bir kenara insanlar artık 11'e 11 oynayabilecekleri, mevkileri belli ve bir takım disipline uygun şekilde bu işi yapmak istiyor. Bunun için benim bildiğim 2 tane lig bile var. İki ligde onlarca takım, o liglere katılmak isteyen yine birçok takım mevcut. Anlayacağınız durumlar gayet ciddi.

Hal böyle olunca ben de bu işi ciddiye alıyorum. Dortmund'dan esinlenilen sarı-siyah formalarımızı çektik üstümüze. Altımıza ise bana çok eski günleri hatırlatan kramponlar. Mimarsinan Spor Kulübü'ne girdiğim zaman ilk kez bir çift krampon almıştım. Forma ve krampon insana güven verir. Kramponun formadan farkı ise yaptığınız işin teknik olarak önemli bir parçası olması. Zamanla teknolojinin gelişmesiyle kramponlar da nasibini aldı. Artık orta okul - lise zamanlarımdaki kramponlar yok. Artık çok daha çeşitli, amaca uygun ve özel kramponlar yapılıyor.

Sezon başında Puma'nın evoPOWER 4 FG kramponlarını giyiyordum. Bu krampondan gayet memnundum zaten. Şimdi ise yine evoPOWER serinin yenisini 1.2.'yi test etme imkanı buldum. Açıkçası çok hoşuma gitti.

Evvela bir krampondan beklentim ayağımı sarması ve hafif olmasıdır. evoPOWER 1.2. de ayağıma giyer giymez cuk oturdu diyebilirim. Ayrıca son derece hafif ve esnek. İnce bilekli bir futbolcu olmasam da vurduğum topun adrese teslim gitmesini isterim tabi ki. Bu konuda krampona tam not gerçekten. Geride oynamam nedeniyle yapacağım top kayıpları direk olarak tehlike olarak kalemize geliyor. evoPOWER top kontrolünde de bana oldukça avantaj sağlıyor.

Uzun lafın kısası şudur; Futbol oynamak izlemekten daha keyifli. Bu yazıyı okuyanlar arasında da muhakkak kendini yeşil zemine atmak isteyenler vardır. evoPOWER'ı gönül rahatlığıyla sizlere önerebilirim. Krampon bu işin olmazsa olmazı değil mi zaten :)

23 Eylül 2014 Salı

Passolig'li bir maç günü


Passolig kartı sanırım ilk alanlardan biriyim. Çıkar çıkmaz başvurumu yapıp aldım (Dur küfretme, sebebim var). Amacım Hayatım Futbol'a tamamen objektif bir Passolig yazısı yazmak istememdi. (O yazı burada: http://www.hayatimfutbol.com/taraftarin-yeni-kimligi-passolig-kart/)

Geçen sezon almış olduğum kartımı ilk defa Kasımpaşa-Karabük maçında kullanmaya niyet ettim. Salih'le haberleştik, gidelim dedik. Biletler 10 lira. İnternete girdik, maraton açık için bilet satışı yoktu. Stattan alalım bari o zaman dedik. 14.00'te orada olalım mı diye sordum, Salih, yok 13.30'da gel sıkıntı oluyor dedi. 13.30'da stat çevresindeydim, Salih de geldi, bilet kuyruğuna girdik. Önümüzde hepi topu 10 kişi vardı ama Salih haklıydı. Gişede işlem oldukça uzun sürüyordu. İki sıra arkamızda 3 tane İsveçli vardı. Salih, "kartınız var mı?" diye sordu. Adamlar "yok" dedi. Durumu anlattık ama onlar bilet alacaklarını düşünüyorlardı, deneyelim dediler sıradan ayrılmadılar. Ardından Şükrü geldi. O gitti konuştu adamlarla, bu sefer idrak ettiler, Passolig kartınız olmadan stada gi-re-mez-si-niz... Şükrü'nün konuşmasıyla ikna oldular ve beklemeden geri döndüler.

Şükrü bizden önce gelmiş, biletini almıştı. Onun kartı daha gelmemiş. Tek kullanımlık kart vermişler. Bir de elinde 3 tane de kağıt. 3 kağıttan anladığım tek şey koltuk numarasının yazılı olduğu kısım. Sıra bana geldi, 50 lira uzattım. Gişedeki adam kaç para yükleyeceksin diye sordu, anlamadım, "Kasımpaşa tarafı, maraton" dedim. Tamam dedi, 10 lira yükledi karta, bana da 40 lira para üstü verdi. Yani gişede işin hamallığını da yapıyorlar. Kartta para bile yüklediler. Oysa bunu benim yapmam lazım. Nasıl ki bir alışveriş mağazasına gidiyorsunuz, kartınızda para yoksa size ürünü vermiyorlar aynısı burada geçerli olması gerekmiyor mu? Sağ olsunlar hem kartıma para yüklediler hem de biletimi içine koydular. Yardımcı olmak için bir çaba var belli.

Yanımızda 55-60 yaşlarında bir amca vardı. Soruyor, "Yanımda sakat var, ben de refakatçi olarak gireceğim, bu da benim kartım" diyor. Önceden kombine almış. Görevli baktı karta "senin tribünün x, buradan başka yere giremezsin" diyor. Adam "E ben refakatçiyim, passolig'im de var" dese de nafile. Almıyorlar. Keza sakatlar için ayrılan bölüme de passolig kartı olmadan giriş yok. Dayı sinirlendi, küfür etti gitti.

Soru 1: Yanlarında refakatçi olmadan stadyuma giremeyecek olan kişiler refakatçileriyle stada nasıl girecek?

Soru 2: Dayının yaşadığı soruna ilişkin, diyelim kombinem var bir tribünden. Misafirlerim geldi, onların da Passolig kartları var. Beraber maça gidelim dedik ama bileti başka tribünden almak istiyoruz, yan yana izleyeceğiz maçı. Ben kartıma parasını da vererek başka bilet neden yükleyemiyorum?

Neyse yüklettik kartımızı çıktık kuyruktan. Bu arada kuyruk epey uzamıştı. Stada girmeden kartımızı aldılar önce bir cihazla kontrol ettiler (neyi kontrol ettiler bilemiyorum). Sonra kapıda okutup içeri girdik. Görevli koltuk numaramızı söyledi. Polis aramasından geçtik.

Soru 3: Neden hala polis aramasından geçip cebimdeki çakmağa, bozuk paralara el konuyor. Ben bunları sahaya attığım zaman anında beni kamerayla tespit edip Passolig kartıma işlem yapılmıyor mu?

Stada girdik, bloğumuzu bulduk. Baktık yerimiz çok altta, dedik yukarı oturalım ve bizim olmayan bir koltuğa oturduk. Maç başladı, dakikalar 20'yi gösterirken içeri bir anda 150 civarı kişi girdi. Mevcut kapılardan bir anda 150 kişinin girebileceğini sanmıyorum. Muhtemelen kartsız girdiler. Davullarını aldılar, tezahürata başladılar. 10 dakika sonra Passolig'i protesto ettiler. Bundan 10 dakika sonra da polis geldi, ortalık karıştı. Görebildiğimiz kadarıyla içlerinden 7-8 kişiyi alıp götürdüler. Diğerleri de pıstı, koltuklara oturarak maçı izlemeye devam ettiler. Tezahürat yoktu, davullar hengamede tribünün en altına kadar düştü.

Soru 4: Bu adamlar içeri nasıl girdi?

Bunlar sıradan bir maç günün özeti. Araştırmadan, soruşturmadan sadece gözlemler.


15 Ekim 2013 Salı

Suçlu kim?

2002'den sonra 6 büyük turnuvaya gitme şansımız vardı, sadece 1 tanesine gidebildik. 

2004 Avrupa Şampiyonası'na gidemedik, Şenol Güneş'i gönderdik. 2006 Dünya Kupası yolunda gruplar bitmeden Ersun Yanal'ı gönderdik. 2010 Dünya Kupası'na gidemeyince Fatih Terim'le yolları ayırdık. 2012 Avrupa Şampiyonası'na gidemeyince Hiddink, Hırvatistan'dan Türkiye'ye bile uğramadan memleketine gitti. 2014 Dünya Kupası yolunda da Abdullah Avcı - Fatih Terim değişikliğine gittik. Suçlu hep hocalardı.

2002'den bu yana bu topraklarda futbol ekonomisi inanılmaz boyutta büyüdü. Birkaç istisna dışında (o birkaçının yaptıkları da tartışılır) transferden başka yatırım yapılmadı. Stat yapımını devletten bekledik (Onlar da yapmadı değil. Yaptı, yapıyor). Tesislerinde yemek yapılmayan Süper Lig kulüpleri vardı. Altyapısı olmayan Süper Lig kulüpleri var. Antrenörlerin lisans almaları zorlaştı ama verilen eğitim değişmedi.

Çocuklar eskisi kadar futbol oynayamıyor. Oyuncu yetişmiyor. Yetişenler eğitilemiyor. Antrenör yok değil, var ama yeterli kapasiteleri tartışılır. Kendilerini geliştirmiyorlar, geliştiremiyorlar. 

Fatih Terim'in ve federasyonun öncelikli hedefi altyapıyı düzenlemek, oyuncuyu yetiştirmek, antrenörü geliştirmek olmadıkça 10 senede 1 turnuva görmeye devam edeceğiz.

Önder Özen diyor ki; http://www.hayatimfutbol.com/onder-ozen-turkiye%E2%80%99de-teknik-adamlik/

Yetiştirememek; http://www.hayatimfutbol.com/yetistirememek/

14 Mayıs 2013 Salı

Burak'ın katili Yusuf değil

Babası formalı, kaşkollu kimse gelmesin dedi, futbol ailesi içindeki kimsenin taziyesini kabul etmedi. Tribünlerde 7’den 70’e, sarı-kırmızısından sarı-lacivertine kadar milyonların sevgisini kazanan Gökhan Gönül, “Değerli ailesinin gösterdiği hassasiyete saygımdan dolayı, kendilerine taziye ziyaretinde bulunamadım” diyor ancak twitter üzerinden üzüntüsünü dile getirebiliyor. Peki siz Fenerbahçeli Burak’ı Galatasaraylı Yusuf mu öldürdü sanıyorsunuz?

7 kişi 1 kişiye laf atmışmış, o bir kişi Burak’ı bıçaklarken onlar ne yapıyormuş, bu vahim olay tüm Galatasaraylılara mal edilemezmiş, Yusuf’u cezaevinde Fenerbahçeli tribüncüler bekliyormuş, vesaire vesaire…

Durum hiç de göründüğü kadar bir anlık adli vak’a değil. Durum 90’larda artmaya başlayan fanatizmin ulaştığı noktadır.

Bu rekabetin sosyal sınıfı kalmadı. Nefret, ilkokul mezunu olandan 2 üniversite bitirmiş, 3 dil öğrenmiş olana kadar damarlarındaki son damla kana kadar bulaştı. Topu kıçıyla kurtaran Volkan, takımlarının kaptanlığını yapmasına rağmen kavgaya tutuşan milli oyuncular Semih ve Arda, kırmızı kart gören Sabri’ye cinsel organıyla hareket yapan Meireles, yenilmesine rağmen 50 bin kişiyi galeyana getirmek isteyerek orta saha yuvarlağında sevinenler, ‘İşte böyle her sene böyle’ şeklinde koroya katılanlar, TV’lerde birinin arkasından ‘şerefsiz’ nidaları atanlar, milyonların gözü önünde yıllarca birbiriyle dalga geçen kuzenler, derbi gününe 1 hafta öncesinden ağız dalaşına başlayan yöneticiler, 2-0 mağlup olan Boca Juniorslu taraftarların iki River Plate taraftarını öldürmesini ve ‘şimdi durum 2-2’ sözünü sempatiyle karşılayanlar,  sosyal medyada rakiplerinin mutsuzluğuyla mutluluk inşa edenler… Bu cinayete maalesef hepinizin eli değdi.

Evet sizler belki kimseyi öldürmeyeceksiniz, kavga etmeyeceksiniz hayatınızda. Stüdyoda ışıklar kapanınca işkembeciye gideceksiniz, milli takım kampında öpüşüp poz vereceksiniz veya beraber ortak olup para kazanacaksınız. TV'dekiler reyting, sahadakiler 90 dakikanın sıcaklığı, yöneticiler takımımızın değeri diyerek bu işten paçayı kurtarmaya bakacak. Cebinizde hiçbir zaman bıçak taşımayacaksınız belki ama sarı-kırmızı, sarı-lacivert, siyah-beyaz forma, tişört, kaşkol takan insanları görünce suratını ekşitenleri, nefret duyanları, elinde bıçak olsa saldıracakları, belki de en basiti arkadaşlık kurmayacakları sizler yetiştirdiniz.

Sonuçta artık yeşilin başka şeyler ifade ettiği bir baba, anneler gününde dünyanın en kötü haberini alan bir ana kaldı.

Hepinizin annesinin anneler gününü kutlarım.

4 Mayıs 2013 Cumartesi

Aybaba bu kadarını hak etmedi




Kimse mükemmel değil, en mükemmel bildiklerimiz bile. Beşiktaş yönetimi adına ‘FEDA’ konulan sezonda belki 4/4’lük bir teknik adam aramıyordu ama şüphesiz camiasına yakışan birini istiyordu.

Türkiye’de teknik adam olmak zor. İstanbul büyüklerinde oynamışsanız eğer hayalleriniz kısıtlıdır. İstanbul büyüklerinin çalıştığı yerli teknik adamlar hep kendi formaları giymiş isimlerden olur. Kolay kolay diğerleri kabul edilmez. Bazen kendi içinizdeki isimler bile kabul edilmez; Samet Aybaba gibi.

Fikret Orman yönetimi Samet Aybaba’yı teknik adamlık görevine getirdiğinde aslında bir geçiş döneminde olduğunun işaretini vermişti. Yerli teknik adamın sözleşmesinin pek bir anlamı yoktur. 4 yıllık mukavele imzalayan Samet Aybaba da boş sözleşmeye imza atarken bunu dile getirmişti zaten.

Beklentiler azdı, kadro dardı. Borç ağır, transfer zor ve boş atmanın da bedeli ağırdı. Birbirimizi kandırmayalım, pek tabi ki Beşiktaş’ın hedefi her zaman şampiyonluktur ama bu sene değildi. Vaziyet Aybabalıktı, Özdileklikti, Çalımbaylıktı. İkisinin zaten takımı vardı, biri de zaten daha önce çalışmıştı. Aybaba istekliydi, yıllardır bekliyordu. Beşiktaş bu durumda olmasa ömrünün sonuna kadar da beklerdi zaten, kimse getirmezdi. Birileri şans verdi, takımın başına getirdi.

Samet Aybaba iyi veya kötü teknik adam, mesele bu değil. Mesele Samet Aybaba yeterince çalıştı mı, emek verdi mi? Belki antrenman metotları çağdışı, belki taktik bilgisi zayıf, belki ikili ilişkileri kötü, belki medyaya verdiği demeçler de başarısız ama Samet Aybaba adım gibi eminim yeterince çalıştı. Beşiktaş’ı nasıl daha iyi bir takım yapabilirim diye her gün kafa patlattı. Ortaya bu çıktı.

Orduspor maçının ardından yüzünden düşen bin parçanın ve maç sonu açıklamalarının temelinde yatanlar hiç birşey yapmamış gibi eleştirilmesi, yuhalanması, ıslıklanması. Birkaç haftadır sezon sonunda gönderileceğini biliyor. Belki uzun zamandır da tahmin ediyordu ama eminim tek bir şey istiyor, teknik direktör kariyeri boyunca görmediği ikinciliği. Çokça taraftara göre bu bir başarısızlık ama lütfen 3 keseli tartıya Galatasaray’ı, Fenerbahçe’yi ve Beşiktaş’ı koyalım. Kim ne kadar ağır basıyor ortada. Ve kalan 3 haftada gerçekleşmesi muhtemel de bir hedef varken sadece o sonbahardaki kırmızı formanın yakaladığı havayı istiyor.

Herkes verdiği emeğin karşılığını ister. İnsanların kendini övmesi de hoş değildir. Aynı Aybaba’nın “Şöyle bir hata yaptım; herkesin küme düşer, kaleye gidemez, gol atamaz dediği takımı şampiyon adayı yaptım” diyerek kendini betimlemesi de hoş değil ama gerçekçilik payı da az değil. Eleştirilecek yığınla hatası var ama bu kadarı pek de hak ettiğini söylemek zor.